Bununla birlikte, Özbekçeden Türkiye Türkçesine şiir ve hikâyeler aktarmaktadır. 2010-2016 yılları arasında Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Çağdaş Türk Lehçeleri Anabilim Dalı’nda çalışmıştır.
Halen Özbekistan Kültür Bakanının danışmanı görevinde çalışmaktadır. Yoldaşev, akademik çalışmalarının yanı sıra Özbekistan edebiyatına öykü türünde verdiği eserler ile katkı sunmuştur. Öyküleri Özbekistan ve Türkiye’de muhtelif dergilerde yayımlanmıştır.
MEMDUH
Hastaneye geleli bir hafta olmasına rağmen odada tek başıma kalıyordum. Burada zaman adeta durur. Gazetedeki haberleri kurcalamaktan da tavana bakıp yatmaktan da sıkılmıştım. Odaya herhangi bir hasta getirmelerini dört gözle bekliyordum. Ve sonunda beklenen hasta geldi. Ama ihtiyar bir hastaydı. Umudumu yitirmişçesine tekrar tavandaki süslere bakmaya devam ettim.
Duyduğuma göre, bu hastane önceleri Fransız Sanat Okulunun binasıymış. Savaştan sonra okul kapatılmış, binalar hastaneye devredilmiş. Odalar o kadar geniş olmasa bile yüksek tavanlıydı. Pencere ve kapıların yüksekliği bana ilginç gelmişti. Alçıdan yapılan kavislerdeki kabarık yaprak bezeklerin üzeri boyanmışsa da eski ihtişamını kaybetmemişti. Bir sırada 72 tane defne yaprağı, 28 tane tomurcuk işlenmişti. Sıkıldığımda onları tekrar tekrar saymıştım. Hatta işaret parmağımı her bir yaprak ve tomurcuk deseni üzerinden hayali bir şekilde gezdirdiğim de olurdu. Pencere çerçevelerinden dökülmüş eski boyalar da çirkin bir görüntü oluşturmuştu. Bir yerdeki boya döküntüsü, insan yüzü görünümünü ortaya çıkarmıştı. Geniş alnı, saçı, uzun çenesi ve kepçe gibi kulakları ile çocukluk arkadaşımı, daha doğrusu Turgut Tunçkayaoğlu’yu hatırlatırdı. Her günü o döküntüye birkaç defa bakar, onu hatırlardım. Askerliğimin birkaç ayını onun komutanlığında yaptım. Aynı köyden olmamıza rağmen bana yabancı muamelesi yapıyordu. Günün birinde görevim gereği odasına girdim. Kimsenin olmamasından istifade ederek “Mamduaaa, köyü özledin mi hiç?” dedim. Kelimeler ağzımdan çıkar çıkmaz komutan gür sesiyle: “Memduh köyde kaldı! Emret komutanım, diyeceksin! Öğretmediler mi sana?” dedi. Tokat yemiş gibi oldum. Birden kendime geldim. “Emret komutanım! Özür dilerim!” dedim şaşkınlıkla ne diyeceğimi bilemeden. Beraber top, kovalamaca, saklambaç oynadığımız Memduh, bizden bir üstte okurdu. Ama her zaman beraberdik. İnekleri otlatmaya da çamurlu arıkta yüzmeye de beraber giderdik. Ta ki dördüncü sınıfa geçinceye kadar. Memduhların ailesi İstanbul’a taşındıktan sonra bir daha görüşemedik. Herkes kendi imkânlarıyla hayat denizine dalıp gitti.
Bazen çocukluğunu özlediğinde hepsi birdenbire canlanıverir, makamlar, mekânlar, meslekler, imkânlar aniden kayboluverir… O dağ eteklerindeki bir avuç içi kadar köyün sınırları da kaybolup giderdi… Sıcaktan kabaran ayaklarımızı yakan toprak yollar, kapısız badanalı evler, kenarlarını diz boyu ayrık otu örten çamur arık, hızlı esen rüzgârda devrilecek gibi yamuk duran elektrik direkleri… Anladım ki çocukluk, hayatımın en güzel dönemi, bana hediye edilen en değerli armağan… Bunu ne zaman anladığımı hatırlayamam ama artık her gününü daha yakından hissediyorum. Zira anladığın zaman çocukluk çoktan geçmiş olur. Artık bundan sonra bir günlüğüne olsun o masalsı günlerine dönmeyi arzulayıp yaşamaktan başka çaren yoktur. Bazen rüzgâra karşı yükselen uçurtma, bazen suda akan elma gördüğünde bir anlığına o yıllara gidip geldiğine şükranlar duyarak yaşamaya devam edeceksin… Artık içinde ömür boyu saklambaç oynar durur çocukluk. En kötüsü nedir, biliyor musun? Onun saklandığı yeri bulamazsın. Arar durursun. “Elma dersem çık, ayva dersem çıkma…” Arkadaşlarına medet umarcasına bakmana gerek yok, kimse onu bulmana yardım edemez…
Henüz dertlerin, hastalıkların ne olduğunu anlamadığımız ama hasta olmayı çok arzu ettiğimiz garip dönemlermiş çocukluk… Sıcaklıkölçeri silkeleyerek derecesini yükselttikten sonra yalandan hasta numarası yapardık. Annemizin etrafımızda pervane gibi dönmesini özlediğimizden miydi bunları yapmamızın nedeni, kardeşlerimizin ilgi odağına dönme arzusundan mıydı ya da okuldan bezdiğimizden miydi yoksa öylesine yalandan numara yapmak isteğinden miydi, bilmiyorum. Ama benim tanıdığım çocukların hemen hemen hepsi bu numarayı bir defa olsun kullanmıştı. Memduh şu sıradan numarayı bile yapamayınca köyde alay konusu olmuştu. Günün birinde babası ona odun kesmesini söyleyip işe gitmiş. Memduh da oyuna kendini kaptırdığından unutmuş. Babasının döneceği zaman acı sivribiberi ekmek arasına koyup hızlıca yiyivermiş. Yüzü gözü ateş gibi yanmaya başlamış. Kimseye de ne yediğini söylemeden ellerini karnına bastırıp hastayım diye yatmış. Annesi telaşla babasını aramış. Babası da eve doktor getirmiş. Doktoru görünce ne yediğini de neden yediğini de tek tek anlatmış. O gün babasından da dayağı yemiş tabii ki.
Çocukken arkadaşlar arasında önemli önemsiz diye ayrım yapmazsın. Büyükler kimin önemli olup olmadığının ayrımını yaparlar. Ama onların hepsiyle de günün birinde bir yerlerde bilemediğin bir sebeple yolun kesişir. En azından hayallerinde… Hatırladığında da çocukluk kendi doğasına ihanet etmez. Sonradan düşmanına dönüşmüş ya da hayatından tamamen çıkardığın kişileri de en temiz halleriyle gözünün önüne getiriverir.
Eğer imkânı olsaydı… İstemediğin kişileri çocukluğundan da hatıralarından da tamamen çıkarabilseydin… Ben, Memduh’u, Memduaaa’yı ilk sırada silmiş olurdum…
Kısacası, biz iki tekerlekli bisiklete sahip olmayı ya da ilçe merkezine inerek kâsede dondurma yemeyi arzu eden çocuklardık. Ama Memduh farklıydı. Çok kitap okurdu. Başarılı öğrenciler köşesindeki resminin altına Turgut Tunçkayaoğlu diye yazmışlardı. O yazıyı görünce şaşırmıştım. Kimliğindeki ismi Turgut imiş. Neden ona Memduh dediğimizi de bilmiyordum. Düşünmemiştim bile. Ama o dönemlerde bu dikkat çekecek bir şey de değildi. Köyümüz dağ eteğinde yerleşmiş, tamamı 15-20 aileden oluşuyordu. Ne bir okul ne de hastane vardı. Köydeki yegâne devlet kurumu mahalle muhtarının oturduğu kahvehane yanındaki ahşap kulübe idi. Kulübe önündeki çelik gönderde bayrak dalgalanırdı. Ta kahvehaneden kulübe kapısındaki çalışma saatlerinin yazılı olduğu ama kimsenin önemsemediği sararmış kâğıdı, pencereden içerdeki eski masa, sandalye, dolap ve çerçevesiz halde duvara asılı Atatürk portresini görmek mümkündü. Muhtar, köydeki en itibarlı kişi sayılırdı. “Muhtar söylemiş”, “Muhtarın anlattıklarını bizzat kendi kulaklarımla duydum” ve benzeri cümleler bazı tartışmalarda bir nevi rivayet-i sahihe hükmündeki tekitlerdi. Köyde kimin çocuğu doğarsa, ilçe merkezine kendisi gidip kimlik almak yerine muhtar huzuruna koşardı. Muhtar efendi de haberi alır almaz merkeze koşacak birisi değil tabii ki. Köyde kimin evinde ne zaman çocuk doğacağını en ufak ayrıntısına kadar bilirdi. Bu yüzden kimlik umuduyla gelenlere acele etmemeyi tavsiye eder, sırada doğacak çocuklar listesini sayardı. “Doğum mevsimi” bitince listeyi tamamlar, eşeğinin üzerindeki süslü heybesine hediyeleri doldurup ilçe merkezine giderdi. Kimlikler gelince çoğu zaman ailenin koyduğu isim yerine tamamen başka bir ismin yazılmış olduğu görülürdü. Ailede Ahmet olarak bilinen çocuğa Mehmet ismi yazılı kimlik gelebilirdi. Buna da amenna denir, şikâyet eden olmazdı. Hatta Ferdi ağabeyime iki yaşında hastalıktan vefat eden Hasan ağabeyimin kimliğini vermişlerdi. “Al, bu senin artık” dediklerinde sevindiğini az çok hatırlarım. On altı yaşına geldiğinde onu komşu kızıyla evlendirdiler. Bir sene sonra ağabeyim Almanya’ya gitmek istedi. Yengem buna razı olmadı, ayrıldılar. Aradan beş yıl geçince ağabeyim geri döndü. Onunla beraber ilçe merkezine yeni kimlik almaya gittik. Ağabeyim içeri girdi. Biraz sonra beni çağırdı. İçeri girdiğimde memur beni sorguya çekti.
– İsmin ne senin?
– Erkan.
– Adresini söyle, bakayım?
– Şu... tepedeki köyden, Hacıyatmaz’dan, Mahmutgillerdeniz...
– Ailede kaç kişisiniz?
– Sekiz kişi.
– İsimlerini büyükten küçüğe doğru sırayla say bakalım.
Parmaklarımı büke büke saymaya başladım:
– Sabriye, Senem, Fatma, Emine, Ferdi, ben Erkan, kardeşlerim Hilmi, Nagehan.
– Emine’den önce Hasan vardı, Ferdi diye birisi yok, Hasan var, Hasan. Emine’den önce, neden onu saymadın?
– İki yaşında ölmüştü...
– Hayır, işte bu listede duruyor. Neden öldü yazmıyor? Öldüğünü teyit edecek belge var mıdır? Yok...
– Ben nereden bileyim, memurum. Ölmüş ağabeyimin kimliğini Ferdi ağabeyime verdiydiler, onu biliyorum.
– Ne? Kim verdiydi?
– Babam.
Memur Bey iyice sinirlenerek sanki bu benim suçummuş gibi yüksek sesle devam etti:
– Ferdi’ninki kimde o zaman?
– Ona almamışlardı dedim ya, ölmüş ağabeyiminkini verdiler...
Memur yine aynı asabi ahenkte devam etti:
– Öyleyse Ferdi diye birisi yok bu ailede. Yok işte, yaşamıyor! Babanız halletsin bu işi. Bir de, söylemedi deme, Hasan ağabeyin de sen de kardeşlerinin ismini doğru söyleyemedin. Şimdi evinize gidin, ailenizin kimliklerini önünüze koyun ezberleyin. Sırasıyla! Bu defa affettim, bir dahasında asla affetmem! Ona göre...
Kısacası, biz kendimizi ispat edemedik. Oradan çıkıp köye giderken ikimiz de memurun neden sinirlendiğini de neden affedip affedemeyeceğini de anlayamamıştık. Özellikle, “Hasan ağabeyin de doğru söyleyemedi” dediğinde tüylerim diken diken oluvermişti.
Memduh’un Turgut’a dönüştüğünü öğrendiğimde sadece onu Memduaaa diye çağıramayacağıma üzülmüştüm. Acemilik eğitimimi Balıkesir Kara Kuvvetleri Komutanlığında yaptım. Yaklaşık bir ay süren eğitimim sanki bir yıl hatta bin yıl gibi geçmişti. Acemilik süresi bitince bir hafta izin verdiler. İzin kullanmadan direk usta birliğime ulaşmak için başkente yol aldım. Beni karşılayan nöbetçi asker, personel şubeye götürdü. Gereken kayıtlar yapıldıktan sonra koğuş yerine Astsubay Turgut Tunçkayaoğlu’nun kabulüne götürdü. Kapıdaki levhada yazılı rütbe ve ad soyadı şaşkınlıkla okudum. Tanıdık bir ad ve soyadı. Zaten bu tür soyada sık rastlanılmaz. “Ya bu bizim Memduh olmasın” dememle birlikte içeriye çağrıldık. Bir de ne göreyim, bizim Memduaaa, Memduh. Kendi kendime “şimdi bana bakacak, koşarak gelip kucaklayacak, özlediğini söyleyecek” diye düşünmeye başladım. “Bu ikimiz için de sürpriz olacak” dedim içimden. Ben de nöbetçi asker ve odadaki üniformalı kişiler önünde nasıl övünerek adım atacağımdan neler diyeceğime kadar hepsini bir anda aklımdan geçirdim. Olabildiği kadar İstanbul ağzıyla konuşmalıyım, diye kendimi hazırladım. Ne de olsa eğitimli insanlar önünde Turgut’u küçük düşürmemem lazım. Bunların hepsini Astsubay Turgut Tunçkayaoğlu benim belgeleri gözden geçirdikten sonra bana bakmasını beklediğim süre zarfında aklımdan geçirdim. Volkan gibi feverana hazır kıvancımı dişlerimin arasında sıkarak beklediğim anda düşündüm bunları. Ne de olsa burası dağ başındaki köy değil, ciddi bir mekân. Memduaaa da artık çamurlu arığı okyanus sanan, yüzü güneşte yanmaktan beter olan köy çocuğu değil. Artık koskoca Astsubay Turgut Tunçkayaoğlu! Baksana şuna... O kadar yakışmış ki, karizma dedikleri bu olsa gerek... Köydeyken benden yaşça büyük olsa da ezik görünümlü bir çocuktu. Şehre gitmesi iyi oldu. Yoksa bizim gibi gurbette “alamancı” olup gider miydi... Okudu, adam olmuş işte. Şehir insanı değiştirir gerçekten de... O da aynı benim gibi bunları aklından geçiriyor olmalı. Ama sükunetini ağırbaşlılıkla koruyor. Bu da kolay değil...
Onun keskin sesiyle kendime geldim:
– Nöbetçi, asker Erkan Yıldırım’ı koğuşuna götürün! Tamam, çıkabilirsiniz!
Nöbetçi asker de gür sesiyle cevap verdi:
– Emredersin komutanım!
Dosyamı nöbetçiye verdikten sonra bana bakmadan gazetesini eline aldı. Kapıyı kapatırken bir defa gözümün ucuyla o tarafa baktım. Koltuğuna yaslanmış halde elindeki gazeteyi çeviriyordu...
Memduaaa, Memduh, hayır, Astsubay Turgut Tunçkayaoğlu beni tanımadı...
İşte böylece askerliğim başlamış oldu. Aradan üç ay geçince Turgut Tunçkayaoğlu’nu doğuya daha yüksek rütbeyle göreve göndermişler. O zaman manen eziliyormuş hissinden kurtulduğumu anladım. Onu ne zaman görsem “Kavak ağacı gibi ne gölgesi var, ne meyvesi” diye düşünürdüm. Artık bu ve buna benzer ruhu yıpratan düşüncelerden kurtulacaktım. “Cehenneme gitse bana ne, o kim ki” dedikçe aklıma geliverirdi. Bazen eskiden onun isminin yazılı olduğu levhaya uzaktan göz ucuyla bakakalırdım. Özene bezene yazılıydı gerçekten... Şimdi o levha yerinde tamamıyla yabancı bir subayın kısacık ismi, sıradan harflerle yazılı duruyor. Lakin beni tanımasa da zerre kadar yararı dokunmasa da burada olması yetermiş... Bunu o gittikten sonra kendimi yapayalnız hissettiğimde anladım. O buradayken her gün bin defa nefret etsem de yine affediverirdim. Neden affettiğimi de bilmiyordum... Köyde çamurlu suda beraber yüzdüğümüz günleri hatırlayınca onu affediverirdim bir anda... Özellikle de, ayağıma kramp girip suda boğulmaya başladığımda onun beni kurtardığı aklıma geldiğinde. Bir can borcum var demiştim ona. Böyle birisini unutur mu insan? Sonra onlar İstanbul’a taşınırken, en çok sevdiğim bir oyuncağımı hediye etmiştim.
Kırmızı metal arabaydı. Kapıları açılırdı. Bir tane kapısı kaybolmuştu. Ama tekerlekleri yerindeydi. Basarak geriye çektikten sonra bıraktın mı uçar giderdi. Verdiğimde önce “ne yapacağım bunu?” diyerek almak istemedi. Sonra “Tamam, hatıra olsun” dediği aklımda. Ben bir can borcumu ödemiş gibi hafiflemiştim o zaman.
Ama o benim sevdiğim dostum Memduaaa, Memduh ne zaman değişti? Turgut Tunçkayaoğlu ismine alıştığı zaman mı yoksa rütbesi yükseldikçe mi?
Eğer imkânı olsaydı… İstemediğin kişileri çocukluğundan da hatıralarından da tamamen çıkarabilseydin… Ben, Memduh’u, Memduaaa’yı ilk sırada silmiş olurdum…
Terhisime birkaç gün kala mayın patlaması sonucunda sol ayağımdan ayrıldım. Aradan altı ay geçti. Çok şükür artık isyanlar kalmadı, sabır ve şükranla hayatıma devam ediyorum. Fizyoterapi için geldim hastaneye...
Pencereden içeri süzülen ay ışığında ameliyattan yeni çıkmış ama henüz kendine gelememiş ihtiyarın mavimtırak yüzü korkunç görünüyordu. Geniş alnı parlıyordu. Kaşının gölgesinden gözünün yerinde tuhaf boşluk oluşmuştu. Kargaburunlu, sakallı, çenesi o boşluğun yüzeyde muallak kalan uzantısıymış gibi izlenim bırakıyordu. Her soluk alıp verdiğinde kuruyup kabarmış dudakları hafifçe titriyordu. Henüz narkozun etkisinden kurtulamamıştı. Ya da uykusunda sayıklama rahatsızlığı mı vardı, bir şeyler fısıldıyordu. Eğer hep böyleyse halim harap... Aradan biraz zaman geçti. Hâlâ sayıklıyor... Kesik kesik cümlelerden anladıklarım şunlardı:
“Sen merak etme..., oğlum, hatır... Ardına bakma, bakma... Emanetin...”
Demek rüyasında oğluyla bir şeylerin hesabını yapıyor... Oğlunu bir yere gönderiyordur belki de...
Tam gözüm iliştiğinde ihtiyarın hırıldayan sesiyle uyandım. Gözlerini büyükçe açmış, bana bakıp bir şeyler demeye çalışıyordu. Ona bakınca korkudan ürperdim. İçime belirsiz bir titreme girdi. Soğuk terler atmaya başladım. Kendisi pencere önünde demir ranzada yatıyordu ama sanki ruhu burnumun ucunda duruyordu, soğuk nefesini hissediyordum. Var sesimle “Hemşireee!” diye bağırdım. İhtiyar “Çağırma, ben iyiyim, bir şeyim yok” dedi hırıldayan sesiyle. Benim korkudan bağırdığımı sezmediğine şükrederek ona hal hatır sordum. Sakin bir ahenkte: “O gitti” dedi tebessümle. “Artık korkma...” Ben daha da beter korktum ama utandığımdan sezdirmemeye çalışarak: “Neden korkayım ki? Kim? Kim gitti?” dedim. İhtiyar kısa kısa nefes çekerek devam etti: “Memduaaa, Memduh gitti...”
“Hemşireee!” diye bağırdığım. Kapı takırdayıp açıldı, içeri hemşire girdi. Işıkları açtıktan sonra: “Efendim? N’oldu Erkan Bey?” Ne diyeceğimi bilemeden afalladım. “Yok bir şey, sağ olun, rica etsem ışıkları açık bırakabilir misiniz? Uykum kaçtı. Kitap okuyacağım” dedim tedirgin bir sesle. Hemşire çıkınca ihtiyar konuşmaya başladı:
– O gitti, söyleyeceklerini sana anlatacakmış ama etrafına nefretten öyle bir duvar dikmişsin ki geçemedi, söyleyemedi...
– Kim? Nasıl yani? Ne diyorsunuz siz?
– Memduh geldi, Astsubay Turgut efendi...
– Ne zaman geldi? Ben neden görmedim? Siz onu nereden tanıyorsunuz?
– Aranızda ne geçti bilemiyorum. O senden özür diledi. Görev yaptığı kışlaya gitmeni rica etti. Helallik istedi. Ona çok mu kırgındın?
– Evet...
– Ölüm şerbetini herkes tadacaktır, oğlum. Sıra hepimize gelecek, kaçışı yok bunun. Yola çıkmadan önce fazla yükleri bırakmak gerekir. Ruh için en ağır yük nefrettir. Nefretten kurtulamayan insan sırat-ı müstakimden geçemez, evlat. Affedici ol ki senin kusurun da affola...
– ... Size neler dedi? Şikayet mi etti? Neden beni uyandırmadı? Ne zaman geldi ki?
– Bilmiyorum, yavrum, bilmiyorum, belki de rüya gördüm...
İhtiyar gözünü kapatıp derin bir oh çekti. Başka söz demedi. Sabah Astsubay Turgut Tunçkayaoğlu ve ekibinin teröristlerle kahramanca savaştığı haberini verdiler. Bir de ne göreyim, şehitler listesinin başında Astsubay Kıdemli Başçavuş Turgut Tunçkayaoğlu ismi var. Kendime gelemedim. Olamaz dedim. Bu korkunç kâbustan bir an önce uyanmak istedim. Koltukaltı değneğimi yere vura vura ağladım. Üzüntüden titreye titreye ağladım. Memduaaa, Memduh diye ağladım... Neden ağladım, bilemiyordum. Neden ağlamalıydım? Neyim ki o benim? diye ağladım...
Fizyoterapi bitince taburcu oldum. İhtiyarla vedalaştım. O yalvarırcasına fısıldadı:
– Onu affediver, evladım. Kışlasına gitmeyi unutma. Onu nurlar içinde gördüm. Hakkını helal ediver...
Eğer ihtiyar hatırlatmasaydı unutmuştum bile. Hastaneden çıkınca eve değil Memduh’un görev yaptığı kışlaya gittim. Nöbetçi askere dostumun odasını göstermesini istedim. Beni komutanın huzuruna götürdü. Komutana olayı anlattım. Birlikte dostumun odasına girdik. Oturup onu hatırladık, dua ettik. Masasının üstünde ağaç parçasına yerleştirilen kırmızı metal araba gözüme çarptı ve vücudum titredi, boğazım düğümlendi. Kırmızı metal arabam. Kapıları açılırdı. Bir tane kapısı kaybolmuştu. Ama tekerlekleri yerindeydi. Basarak geriye çektikten sonra bıraktın mı uçar giderdi. Ama artık gidemez çünkü cilalı ağaç parçasına yapıştırılmıştı. Verdiğimde önce “Ne yapacağım bunu?” diyerek almak istemedi. Sonra “Tamam, hatıra olsun” diye gülümsediği aklımda. Ben bir can borcumu ödemiş gibi hafiflemiştim o zaman... Arabayı alıp odadan çıktım. Kapıyı kapatırken göz ucuyla içeri baktım. Koltuğa yaslanmış halde gazete sayfalarını çevirmekte olan Memduh, evet, bizim Memduaaa gözüme ilişti.
Eğer imkânı olsaydı… İstemediğin kişileri çocukluğundan da hatıralarından da tamamen çıkarabilseydin… Ben, bu imkândan tamamen feragat etmiş olurdum... Çünkü benim hayatımdan da çocukluğumdan da hatıralarımdan da çıkartacak kimsem yok...
İZMİR
ZİM.Az
.